Atıf Karayıldırım

Suçun Moleküler Yapısı

Bölüm 4

Aleksey birden yabancının sözünü kesip atıldı;

  • Bu dava sizi neden ilgilendiriyor? Hem bu dava sürecinde sizi hiç görmedim. Sizi tanımıyorum. Nedir bu dava ile ilginiz?

Hafiften tebessüm etti ve “adalet dostum” dedi yabancı sigarasını söndürmek için tabla ararken.  

  • Adaleti sağlayabildiğinizi düşünüp düşünemediğinizi merak ediyorum doğ Ya da şöyle bir soru konuyu daha açık bir şekilde çerçeveler sanıyorum; Suç nedir size göre? Elbette bu tanımlamanın sübjektifliğini tartışmak su götürmez. Çünkü suçun herkesçe kabul edilebilir bir gerçekliği, somutluğu vardır. Sizce de öyle değil mi dostum?

Yabancının kendisine dostum diye hitap etmesi Aleksey’i memnun etmiyordu. Üstelik terlemeye de başlamıştı. Kendisini bir Sorgu Yargıcının karşısında ifade verir gibi hissediyordu, yıllardır pek çok insanı mesleği icabı sorgulayan bir savcı olarak...

  • Sizi şu an tutuklatma yetkisine sahipken neden sorularınıza cevap vereyim ki? Ayrıca siz kim oluyorsunuz da benim hukuki bilgi ve düşüncelerimi öğrenmenin ötesinde sorgulayabiliyorsunuz bayım? Lütfen rica ederim sadede gelin, benden ne ve hangi cevapları duymak istiyorsunuz?
molekular structure of crime
  • Dostum sakin olun biraz. Sizin gibi değerli bir Savcının sakin olup meseleleri enine boyuna düşünen bir yapıda olması Adalet diyorum size, suç diyorum… Konu dışı gibi görünse de bir sorum daha olacak size.
  • Zaten soruları hep siz soruyorsunuz ve eminim ki cevapları da biliyorsunuzdur, dedi Aleksey.
  • Elbette biliyorum.
  • O halde neden soruyorsunuz bayım?
  • Dinleyin dostum, yeryüzündeki inanç sistemleri ile ilgili bilginiz ne düzeyde? Örneğin Müslümanların dini liderlerinden biri olan Ömer hakkında ne bilginiz var merak ediyorum doğ Ah Ömer… Evet Ömer… Kendisi “Adalet Mülkün Temelidir” dermiş. Sizce mülk’ün temelinde ki şey nedir? Peki Tanrı? Suç ile mülkün nasıl bir bağıntısı olabilir ki?
  • Aaa ama yeter artık. Şimdi de inancımı sorgulamaya başladını Bayım derhal bana net cevaplar vermenizi istiyorum. Aksi takdirde hiçbir sorunuza cevap alamadığınız gibi hakkınızda yasal işlem de başlatabileceğimi size son kez hatırlatmak istiyorum dedi Aleksey ve aniden ayağa kalktı.

Odada adımlamaya başladı. Sinirlerine hakim olmakta zorlanıyordu. Yumruklarını sıkmış bir şekilde pencerenin önüne gelince duraksadı. Dışarıda rüzgar bir evin çatısındaki bacanın telden bağlantılarıyla oynaşıyordu sanki, bir ağaç reverans yapar gibi eğilip duruyordu. Yağmur dinmiş fakat rüzgar sokaklara hakim olmuştu. Mumun alevi körpe bir kızın ses tonu gibi titrek bir şekilde yanıyordu ve odayı artık daha az aydınlatır duruma gelmişti. Gözleri çok yorgundu ve odadaki objeleri ise artık tam olarak seçemiyor, başı da ağrıyordu. Kilisenin çanı iki kere vurdu. Saat sabahın ikisiydi.

Yabancının kendi sözlerine kayıtsızlığı onu çileden çıkarsa da artık onunla mücadele etmek istemiyordu. Ne söylemek istiyorsa söylesin ve gitsin der gibi bir eda ile yorgunluğuna karşı koyamadı. Yatağına uzandı. Böyle küstah bir yabancı adamın karşısında saygısızlık… Neden saygısızlık olsun ki diye düşündü. Ne hali varsa görsün, şeytanlar alsındı sözlerini, sorularını…

Her yeri ıslaktı şimdi ise bir de terlemeye başlamıştı. Şakaklarına başparmakları ile bastırdı. Tam gözlerini kapatıyordu ki kapıya vuruldu. Belki de o an için öyle hissetti. Fakat kapıya gerçekten vuran biri vardı. Gözlerini açtı, yastığın altındaki Revolverini yokladı, yerinde duruyordu. Kalktı üstüne başına garip garip bakarak ve kapıya doğru yönelirken yabancının oturduğu tarafa bakma gereği hissetti göz ucuyla, yabancı gitmişti.

Bayan Zaharenko’nun bakıcısı Mileşo’ydu gelen ve seslendi;

  • Bay Aleksey günaydın, kahvaltınızı getirdim beyefendi.

Sabah olmuştu ve Aleksey sersem gibiydi.

Bazen soruyorum… Bunca şeye gerek var mı?

– Neden olmasın ki?

Çok yardımcı oluyorsun inan.

– Peki peki hadi anlat bakalım nedir seni bu sorgulamaya iten neden. Sanırım yine bir şeylere kafanı takmışsın.

Bilmiyorum, durmalı mıyım yoksa devam mı etmeliyim, bilmiyorum. Aslında bir farkı da yok gibi görünüyor ama ne bileyim öyle işte.

– Belki de uykun…

Uykum mu?

– Evet evet herhalde yediden az…

Ah evet, uykum var. Gece, gece… Neyse boş ver.

– Anlat hadi, neler oldu gece senden duymak istiyorum.

Biraz yürüyüş yaptım nehir kenarında. Sonra eve dönerken birinin beni takip ettiğini hissettim. Yorgundum hem de çok… Eve geldiğim de ise,

– Dur, biliyorum. Evde bir yabancı vardı değil mi?

Evet ama sen, sen bunu nereden biliyorsun?

– Ah dostum, hadi yapma bütün gece bir köşe de oturdum ve sizin tartışmanızı dinledim.

O halde neden bana anlattırıyorsun ki, madem biliyorsun…

– Şu yabancı ya bir doktor yahut bir din adamı olmalıydı.

Yani sen de tanımıyorsun doğru mu?

– Sen bilmiyorsan ben nasıl bilebilirim ki? Yalnız şu bir hakikat ki, iyi bir üçlü olduk sanki…

Ne üçlüsü, neden bahsediyorsun sen?

– E bir yazar, bir hukukçu ve yabancı… Sahi yazar demişken, yazdığın kitap nasıl gidiyor? Ne zaman okuyabileceğim gerçekten çok merak ediyorum.

Okuyorsun işte!

– Ne yani bu konuşmalarımızı da mı yazıyorsun? Aman Tanrım yoksa kitabında ben de mi varım? Dostum işimi elimden alacağa benziyorsun. Ama şunu bilmelisin ki yazarlık zor bir iştir. Hissetmeli, yaşamalısın. Fakat sen bir hukukçusun, soğuk bir tabiatın olması gerekir. Yani diyorum ki senin işin acımasızca müvekkilini savunmak ve kendi çıkarlarına hizmet etmek olmalı.

Şimdi de sen bana işim öğretiyorsun sanki…

– Hayır dostum ama ne bileyim öyle işte.

Hem sen bu saatte burada ne arıyorsun? Yetişmem gereken bir duruşma var, lütfen beni yalnız bırak.

Evet Aleksey’in yetişmesi gereken bir duruşması vardı ve hazırlanmalıydı.

Mileşo’nun getirdiği tepside iki gün önceki yortudan kalma iki dilim ekmek ve bir bardak şarap, hindi eti ve domates vardı.

Aceleyle cübbesini giydi, dosyalarını aldı ve odasından çıkarken, Mileşo’nun yüzündeki morluklar ve yaptığı kısa konuşma aklına geldi. Buradan sonrasını yazardan dinleyelim;

Ne oldu, ne bu halin? O soysuz herif yine seni dövdü değil mi? Diye sordu Aleksey.

  • Ah beyim! Görüyorsunuz işte insan yüzüne çıkacak halim kalmadı. Neymiş hanımım bayan Zaharenko’nun yanında fazla vakit geçiriyor muş Aldığım ücretin karşılığından fazla hizmet ediyor muşum, kendisiyle ilgilenmiyor muşum. Ne yapabilirim ki? İki çocuk ve dayakçı bir koca, fakirlik daha ne olsun beyim! Tanrı biliyor ki bazen ya onu ya kendimi öldürmek istiyorum. Ama ne bileyim korkuyorum işte. Belki bu Tanrı’nın bize çekmemizi istediği bir cezası.

Mileşo bunları söylerken gözünden gelen yaşı silmek istedi. Gözleri yeşil, elmacık kemikleri yüzüne göre daha yuvarlak, kaşlarından biri daha önce patladığından kısa, dudakları kağıt bir rulonun yüzey kesiti gibi yuvarlak ve al al. Saçları arkasından tülüne topuzluydu. Elbiselerine pek özen gösteremeyen, sadece pazar günleri kiliseden kiliseye yıkayabildiği bir iki kıyafeti olan bu kadın, endamı ve fiziği ile etraftaki pek çok erkeği bir sözü, bir gülümsemesi ile baştan çıkarabilecek bir yapıya sahipti. Boynunu büktü, ellerini önünde bağladı, o sırada Aleksey mendilini uzattı.

  • Çok naziksiniz beyim. Keşke herkes sizin kadar düşünceli olsa. Sizin gibi bir kocam olsun isterdim. Ama biz alt sınıf insanları Tanrı bizi böyle yaratmış. Mecbur çekeceğiz artık. Ama bir gün, bir gün…

Aleksey kadının gözlerine dikkatlice baktı…

  • Hayır, dedi. Hayır bu çözüm değ

Birden olduğu yerde dura kaldı. Elindeki dosyalara baktı, üzerindeki cübbeye… Aklını yitirmek üzere olduğunu düşündü. Dün gece ki yabancı, yazarla sabah yaptığı konuşma ve şimdi Mileşo… Sanki her şey biran da oluyordu.

Zaman kavramını yitirdim mi yoksa, neler oluyor bana.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir